ali ayçil, sur kenti hikâyeleri

Sarraf Nizamettin Mervi, kaderin bütün cilvelerine tanık olmuş ve zamanın her bir kusurunu görmüş yetmiş yıllık ömrünü bir tek sözcükle özetlerdi: Şükür. Şükür ki, tabiatın ve yerel beylerin iktidar hırsının tam üç kere sallanıp sonra yeniden doğrulmayı bilen şu Sur Kentinin çarşısında, ekmeği ve hayatı arasındaki ibrişim bağı koparmadan bugünlere varmıştı. Bugünler, doğrulurken eklemlerinin sızladığı, güneşin ölü hücrelerine söz geçiremediği, ölümün aralık kapısı önündeki son dünya günleriydi. Dünyayla yarışmış, dünyayı yormuş ve dünya tarafından yeterince yorulmuştu artık. Vitrinine dizdiği çil çil altınlara bakarken, “Ben,” diye geçirdi içinden, “ben, şehrin üç büyük yıkımını üç güzel bayramla kutladım.”

Garip bir şekilde, Sur Kentini yerle bir eden o korkunç ölüm kalım günlerinin her biri, karısını hamileyken yakalamış ve karısı, şehir kendini onarmaya çalışırken birer kız çocuğu doğurmuştu. Bu yüzden ilk kızı tufanla, ikincisi kuşatmayla, sonuncusuysa vebayla yaşıttı. Mervi’ye öyle gelirdi ki, her üç kızının da yüz hatları, doğdukları mevsimin acı hatıralarıyla şekillenmişti. Ne zaman baksa, hayatında ilk kez rastladığı o doymak bilmez fırtınanın izlerini bulurdu büyük kızının gözlerinde. Onda, çoğu erkeğin egemen olamayacağı zapt edilemez bir damarın olduğunu düşünüyordu. Ortanca kızı, düşman beyler tarafından çevrilmiş ve sonu nereye varacağı bilinmeyen uzun kuşatma günlerinin eseriydi. Beklemekten bitkin düşmüş kadınların, aynalara bakıp kendi yüzlerine daldıkları ve her seferinde kendilerini yeniden tanıdıkları kuşatma akşamlarının izlerini hatırlatıyordu babasına. Sarraf Nizamettin, ikinci kızının ellerinin güzelliğine dikkat kesilmeyenlerin ve solmaya hazır ince tenine özenerek bakmayanların, onu hiçbir zaman mutlu edemeyecekleri inancına kapılmıştı zamanla. Küçük kızıysa, veba günlerinde annesinin karnına saklanmış bir lötüse benziyordu. Son cesetler toplanırken doğmuş, büyüdükçe, bakışlarında adını koyamadığı bir ıssızlık payda olmuştu. Ne büyük kızının hırçınlığı, ne öteki kardeşinin süslenme merakı vardı onda. Bakınca, baktığı en derin kuyuyu bile aydınlatacakmış gibi bakardı. Sarraf, içten içe en çok sevdiği son çocuğundaki sırrı hiçbir zaman çözemedi, onu en çok neyin mutlu edeceğini kestiremedi bir türlü.

Büyük kızının ergenliği, Mervi’nin bütün tutkularının körelmeye yüz tuttuğu, doğululara özgü bilgeliğin simasına yerleşmeye başladığı bir zamana denk düştü. Artık kapısının çalınma vakti geldiğini anlayan Sarraf Nizamettin, akrabalık kurmak isteyenler onun dilini yoklamadan, bir akşamüzeri üç kızını da dizinin dibine oturtarak onlara dedi ki: “Yakında bu kapı sizin için çalınmaya başlayacak ve annenizi bana getiren neden, sizi de benden alıp götürecek sonunda. Sizin kumaşlarınıza terzi bulmak artık sizin çağınızın çok uzağında yaşayan bana düşmez. Yazgınızın bundan sonraki günlerini siz seçin. Bütün yapacağım, elinize bir anahtar tutuşturmak; onunla girmeye en çok can atacağınız kapıyı aralayacağınızı umuyorum: Oturduğunuz perdenin arkasından bütün taliplilerinize şunu sorun: “Bana ne getirdin?” Bu soruda sizin düşleriniz ve gelenin düş gücü saklıdır…”

Büyük kız, babasının simasına tutkundu. Bilgelik tarafından yeni yeni perdahlanmaya başlamış sert çizgili bir yüzü vardı babasının. Bakışlarının aralığından, birazdan bir tufan koparacakmış hissi uyandıran şiddetli bir ışık sızardı her zaman. Korkutan, titreten, sigaya çeken, ardından da birdenbire yumuşayarak sarıp sarmalayan bu yüz çizgilerinde, içindeki hırçınlığı bastırıp uysallaştıracak güvenli bir sığınağın ipuçları saklıydı. Kendisi için konağın çift taraflı kapısı her aralandığında ve perdenin öte yüzüne bir ademoğlu her oturduğunda, verilen cevaplarda yalnızca bu sert ve yumuşak baba yüzünün izlerini aradı. Hiç de zor olmadı perdenin arkasından konuşanların sözlerini ayıklamak. Çünkü her sözcüğün bir tadı, bir tınısı, bir adresi vardı. Cümlelerinin içinde “ırmak” geçenlerin vefasız ve uzak, ona bahçeler vaat edenlerin yumuşak ve kadınsı, saraylar sunanların kaba ve cimri olduklarını fark etmekte gecikmedi. Olmadık vaatler işitti perdenin öte yüzüne oturmuş bu yabancılardan; kentlerden kentlere gitti, iklimlerden iklimlere taşındı, bir evden ötekine konuk oldu. Yine de söylenmiş onca cümle arasından bir tekine tutundu, bir tek cümlenin, gözünü arkada bırakmayacağına karar kıldı: “Size, adınızı kayalara yontacak elmas bir divit getirdim…”

Ortanca kızın tutkunluğu babasının mesleğine idi. Erkeklerin asla çözemediği, kadınla altın arasındaki büyülü ilişkiyi iyi bilirdi babası. Onun sarraf bakışlarından, kadınların tenine en güzel pırlantaları yakıştırmış ve sonradan her nasılsa uslanmış bir hovardanın heveskar ışıkları sızardı kimi zaman. Bütün bakışlarından çok bu bakışını severdi babasının; gençlik günlerinde onun bu bakışını severdi babasının; gençlik günlerinde onun bu bakışlarından nasiplenmiş kadınları kıskanmadan edemezdi. Ve derdi ki ortanca kız, “Yokluğun kurak düşürdüğü bir hayal, zenginliğin incelttiği teni nasıl saracak?” evin çift kanatlı kapısı kendisi için her çalındığında, perdenin arkasına her geçip oturduğunda, taliplilerinde, ruhundan çok bedenini okşayan bir sarrafın kibarlığını aradı. Cümlelerinin içinde “yağmur” geçenlerin hüzünlü ve çekilemez; “divit”ten bahsedenlerin mantıklı ve soğuk; emrine hizmetçiler sunanların zevksiz olduklarını anlamakta hiç de zorluk çekmedi. Perdenin öte yüzündeki her sesle beraber ayrı bir yolculuğa çıktı ortanca kız. Kristal avizelerinden sarkan ışıkların sulara düştüğü ırmak kenarlarındaki saraylarda oturdu; ormanlarla çevrelenmiş bir çiftlikte, sayısız evcil hayvana annelik etti, kendisi için yüklenmiş ipek kervanlarının dengini çözdü, her kentin meydanına bakan pencerelerden terli kalabalığı izledi. Alınıp götürüldüğü her bir durakta uzun uzun düşündü ama aradığı cevabı kırkıncı talipli kapıyı çalıncaya kadar bulamadı. Kırkıncı taliplinin söyledikleri, artık hevesi kaçmaya başlamış ortanca kızın içindeki ikircikliliği hemencek siliverdi: “Size, gerdanınızdaki bene arkadaş olsun diye, göz yaşlarımla yıkadığım bir firuze getirdim…”

Küçük kız babasının kalbine tutkundu. Onun, her bir mevsimde ayrı çarpan, ama her seferinde aynı kalmayı bilen bir kalbi olduğunu biliyordu. Bu yüzden anlayışlı ve bilgeydi; bu yüzden katının karşısında yumuşak, uzağın yanında yakın, yalnızın arkasında yandaş gibi dururdu. Bir hakikat kendini ona açmadan, o asla ön yargının patikalarında yürümeye kalkmazdı. Çift kanatlı kapı kendi için çalınmaya başladığında, küçük kız, hiçbir beklentisi olmadan oturdu perdenin gerisine. Bu haliyle, Simurg’a varmak için yollara düşen saf kuşlara benziyordu. Neyi aradığını, perdenin öte yüzünde bekleyenler söyleyecekti ona. Bu oturuş öyle uzun sürdü, öyle uzun sürdü ki, bütün kent onu konuşur oldu. Merak taliplileri, talipliler cümleleri çoğalttı. Her cümle onun için zaten parça parça var olan hakikat kristalinin bir dilimini parlatıyor, ancak bu parçaları bütünleştirecek tek bir cümleyi bulamıyordu bir türlü. Günler ve aylar geçti böylelikle. Böylelikle küçük kız; hayatın, ölümün, zamanın ve mevsimlerin hallerini öğrendi. Hiç gitmediği kentlerin sokaklarında gezdi; hiç gezmediği sokakların izbeliğini tanıdı. Sayısız kuşun, sayısız balığın, sayısız ırmağın ve dağın ismini öğrendi, adını şimdiye dek duymadığı çiçekleri kokladı. Şehvetin kıyısından aşağılara yuvarlanan erdemle yüzleşti, erdemin arkasına gizlenmiş şehvetin sabırsızlığını hissetti. Bazı sözcüklerin kalpten, bazılarınınsa yalnızca dilden çıktığını ayırt etmekte hiç güçlük çekmedi. Kendisine vaat edilenleri birbirine katıp eğirdi, aklının tezgahından geçirdi, süzdü, inceledi. Gözlerinin önüne serdiği o koca hayal tezgahında kendisini hangi rengin çağırdığına karar veremedi. İnsan çok, dünya büyük, hayat bir muammaydı.

Sarraf Nizamettin Mervi, bütün bir ömrü boyunca dilinden düşürmediği “şükür” kelimesini neredeyse unutmuştu artık. bekleyenler içerisinde en sabırsız olanı oydu. Sanki şimdiye kadar hiç yaşamamış, hiçbir şey görmemiş, hiçbir şey duymamıştı da, neyi bilecekse küçük kızının kalbini çözecek sözcükleri duyduğunda bilecekti. Güneşin, Sur Kentinin meydanındaki büyük caminin minarelerinin gölgelerini uzattığı bir yaz ikindisinde, daracık taş sokaklar boyunca hızla kulaktan kulağa  ulanan bir haber ulaştı çarşıya. Ulaştı ve Sarraf Nizamettin’in “şükür”e hasret dilini çözdü.

Zarifliği bir leylağın bükümlerini anımsatan küçük kızın kendini teslim ettiği bir cümle değil, yalnızca bir suskunluktu. Kimse onun, insanlardan kaçarak gecenin kuyularına inmiş bir adamın suskunluğunda ne bulduğunu anlayamadı.

Sur Kenti Hikâyeleri (Dergâh Yayınları)

Yorum bırakın