ali ayçil, önce göğsünü arala

Bu yoldan gidersen, kuzey kapısına varırsın. Gidilebilecek yollar içinde en tenhasıdır. Yolculuğun boyunca geriye dönen az sayıda insanla karşılaşırsın; yüzleri asık, bitkin ve pişmandırlar. Sana, daha fazla yorulmadan kendileriyle birlikte geri dönmeni tavsiye edeceklerinden hiç kuşkun olmasın. Onların, kuzeydeki kapıyı aralayamadan geri dönmüş bedbahtlar mı yoksa seni sınamak için önüne çıkarılan görevliler mi olduğunu bilemeyeceğine göre, en iyisi ısrarla yoluna devam etmen. Tıpkı öteki üç kapı gibi kuzey kapısına da menzilleri sayarak, mesafeleri hesaplayarak ulaşamazsın. Kimi yolcuların daha ilk menzilde vardıkları bu kapıya kimileri ömürlerinin yarısı yolda geçtiği halde henüz ulaşabilmiş değil. İçlerinde öyleleri var ki, sürekli sanrılar görüyor, kuzeydeki kapının kendileri olduğunu bile iddia ediyorlar. Eğer talihliysen, bir gün çıktığın yolculuğun mükâfatını alırsın. Kuzey kapısının üzerinde şöyle yazıldığı söylenir: “Yaradılış takvimi” ne göre her yetmiş yılda yalnızca bir kez aralanır…

Bu yoldan gidersen, doğu kapısına varırsın. Anlatılanlar doğruysa, doğudaki kapı hiç kilitlenmemiştir. Diğer üç kapıdan içeri giremeyen talihsizlerin de içinde bulunduğu yolcular, bıkıp usanmadan ona doğru yönelirler. Yol öylesine kalabalıktır ki, izdiham çıkmasın diye ikiye ayrılmıştır. Aklında bulunsun: Gidenlerle geri dönenlerin sayısı neredeyse eşittir. Dönenler, kendilerine sorulan hiçbir soruya cevap veremezler. Doğu kapısına giden pek çok insan, karşı istikametten gelenlere dalgınlıkla baktığı için, bir yerden sonra onlara katılıp geriye döndüğünü fark etmez bile. Aslında onu arayanlardan pek çoğu, zaman içinde yön bilincini kaybetmiş; hangi şeridin doğu kapısına gidenlere, hangi şeridin doğu kapısından dönenlere ait olduğu birbirine karışmıştır. Sürekli bir yönden diğerine geçtiğini fark etmeyen sayısız insan yüzünden yol artık bir güzergâh değil, bir sarmaldır. Doğu kapısına ulaşabilen az sayıda insanın da, kapının bir çarkıfelek gibi döndüğünü anlayamadığı için, bir taraftan girip öbür taraftan çıktığı söylenir…

Bu yoldan gidersen, batı kapısına varırsın. Aşırı şeffaflığı yüzünden, batıda bir kapının olup olmadığı hep tartışılmıştır. Yolculuğun boyunca, bir kapı bulamadığı için geriye dönen sayısız yolcuyla karşılaşacak, belki sen de batının bir kapısı olmadığına inanacaksın. Bu boş inanca kapıldığın an başladığın yere dönmeni öneririm. Dön, çünkü batıda, görüp de başkalarına gösterebileceğin herhangi bir kapı gerçekten de yoktur. Zaten batı kapısını arayan pek çok insan da, o şeffaf kapıdan defalarca geçmiş, ama körlükleri yüzünden bunu bir türlü hissedememiştir. Sağlam rivayetlere göre onun aralığı, gözün perdesiyle aynı madenden yapılmadır, neredeyse göze yapışık durur. Görebileyim diye ileriye bakmak beyhude bir çabadır. Bu bilgiye sahip olduğu için, gözlerini kapatarak yol alan, sürekli şuraya buraya çarpan insanlara da rastlayacaksın. Umarım, onlar gibi yararsız bir körlükten, geçici bir karanlıktan medet ummazsın. Talihin yaver gider, batı kapısına ulaşırsan, aklına mukayyet ol. Çünkü orada, kendi gözlerinden başka kilitlenmiş tek bir kapı bulamayacağın söylenir…

Bu yoldan gidersen güney kapısına varırsın, diyemem. Güney kapısının, karamsarların aradığı kuzey kapısına da, dalgınların bulamadığı doğu kapısına da, körlerin bir türlü anlayamadığı batı kapısına da benzemediği anlatılır. Tanrının adaletinden kuşku duyamayız; elbette diğer yönlerdeki gibi güneyde de bir kapı var. İnsanların, orada bir kapı olup olmadığından kuşkulanmalarının sebebi, güneye doğru attıkları her adımda, yaklaşmak yerine kapıdan biraz daha uzaklaşmalarıdır. Yolcu, kapıyı düşlediği yere vardığında, aslında onu geride bir yerlerde bıraktığını fark edemez. Fark edemediği için, güneyin de güneyine yönelir. Önünde aradığını arkasında bırakan talihsizlerin durumuna ikimiz de üzülelim! İyi de, ön ve arka neresi? Öyle görünüyor ki, güneyin kapısını bulmak isteyen öteki insanlar gibi, sen de önce ondan uzaklaşmaya mahkûmsun. Başka türlü olsa, zaten aramaya kalkışmazdın. Kapılar hakkındaki en güçlü rivayet güneydekine aittir. Onu bulanlar, şu yazıyı okuyunca, şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemediklerini söylerler: Önce göğsünü arala…

Yenilgiden Dönerken (Dergâh Yayınları)

ismet özel, mazeret beyanı yerine geçsin diye önsöz

(…) Neye kendi maceram diyorsam, hiçbir bakımdan kendime mahsus bir macera sayılmayacağı bilinmelidir. Yaşadıklarım vesilesiyle dikkatleri gücüm yettiğince şu hususa çekmek istiyorum: Bugün, 2004 yılının Türkiye’sinde hayatın akışına bir anlayış ortalaması hükümrandır. Anlayış ortalaması demek ne şiş yansın, ne kebap demektir, alelâdelik demektir, sivriliklerden arındırılmışlık demektir, sıradanlık demektir, bayağılık demektir. Nihayet Türkiye’de insanlar çıkmalarına izin verilen sahnede bayağılıklarıyla övünebiliyor. Çünkü bayağılık normallik anlamına geliyor. İnsanlar anormali çekemiyorlar. Anormallik onlarda aşırılık etkisi yapıyor. Macera arayacaksan bile gideceğin yolun nereye kadar uzandığını önceden beyan edeceksin. Avrupa standartları böyle gerektiriyor. Bir zamanlar, yani ülkeye bir gelecek kazandırılma çabasıyla meşgul olunan yıllar süresince, aşırı uçlardan sakınmayı tavsiye edenler artık her şeyi el altında tutmaktadır. Ne diyorlardı? Aşırı uçlara karşıyız! Ne teokratik devlet, ne proleterya diktatörlüğü istiyoruz! Türkiye’de 1960 sonrasında ideologiler canlanmaya fırsat bulur bulmaz kulaklarımız bu kabil haykırışlarla dolmuştu. Acaba böyle haykırmalara en başından beri akl-ı selim çağrısı denebilir miydi? Hayır denilemezdi. Bir tür ılımlılıkmış gibi sunulan bu sözler elbette ki orta yol gözetiliyormuş izlenimi uyandırmak üzere üretilmişti; ama meselelerimizin halli yolunda aklı kullanabilme ihtimalimizi elimizden almak için bilhassa geliştirilmiş bir söylemdi. Tekrar ediyorum; siyasî çözüm arayışlarında aşırı uçlardan kaçınmamızı tavsiye edenler, çareyi orta yolu bulmakta arayanlar aklımızın hayatımıza yön vermesini zorlaştırdılar. Haramiler kendilerinden hesap sorabilecek olanlara “aşırı uç” damgası basıp saltanatlarını devam ettirmek istedikleri için bunu yaptılar. Yaptıkları yanlarına kâr kaldı, istedikleri oldu. Türkiye’nin itibarlı alanlarında aşırı uçları takbih edenlerden başkasına yer bırakılmadı. Şimdi soruyorlar: Eskiden daha mı iyiydi? Şimdiki uşaklık önceki esirlikten daha iyi değil mi? Alınıp satılan bir köle statüsünde bulunmaktansa, efendi seçme özgürlüğüne sahip bir uşak mevkiini işgal etmeyi tercihe şayan bulduklarını söylüyorlar. Hâsılı, varılan sonuç her ne kadar sahteciliğin zaferi ise de kimsenin bu sonuçtan rahatsızlık duyduğu yok. İki veya daha fazla sahteci bölük arasındaki husumet sahteciliğin sorgulanmasını önlüyor, sahiciliğe değer biçilmesini imkânsız kılıyor. (…)

Waldo Sen Neden Burada Değilsin (Tiyo Kitap)

anton çehov, vişne bahçesi

   LOPAHİN: “Ah. Ophelia, peri kızı, dualarında unutma beni!” 

   LUBOV: Hadi, yemek vakti geliyor. 

   VARYA: Beni çok korkuttu. Kalbim küt-küt atıyor. 

   LOPAHİN: Bayanlar ve baylar, izninizle hatırlatmak isterim ki, vişne bahçeniz 22 Ağustos’ta satılmış olacak. Bir düşünün bunu! Bir düşünün! 

   TROFİMOV ve ANYA hariç herkes çıkar. 

   ANYA: (Güler) Varvara’yı korkutan o adam sayesinde sonunda yalnız kaldık. 

   TROFİMOV: Varya birbirimize âşık olacağız diye korkusundan bir an olsun yanımızdan ayrılmıyor. Onun o basit aklı bizim aşkın çok üstünde olduğumuzu anlamaya yeterli değil… Mutlu ve özgür olmamıza mâni olan tüm o önemsiz ve aldatıcı şeylerden kaçıp kurtulmak; işte hayatımızın hedefi ve anlamı bu… İleri! Orada, uzakta yanan o parlak ışığa doğru pes etmek bilmeden ilerleyeceğiz. Geride kalmayın, dostlarım! 

   ANYA: (Ellerini çırparak) Ne güzel konuşuyorsunuz! (Duraksar) Bugün de burası bir harika! 

   TROFİMOV: Evet, hava muazzam… 

   ANYA: Bana ne yaptınız, Pyotr? Eskisi kadar sevmiyorum artık vişne bahçesini… Eskiden öyle çok severdim ki, dünyada vişne bahçemizden daha güzel bir yer olmadığını düşünürdüm. 

   TROFİMOV: Tüm Rusya bizim bahçemizdir. Toprak büyük ve çok güzel, üstelik bir sürü fevkalade yerin de ev sahibi… (Duraksar) Bir düşünün, Anya, dedeniz, büyük dedeniz ve tüm atalarınız serf sahibiydi; canlı ruhların sahipleriydiler; ve şimdi bahçedeki her vişne ağacının, her yaprağın ve her gövdenin bir insan gibi göründüğünü hissetmiyor musunuz? Seslerini duymuyor musunuz? Ah, berbat bir şey bu, bahçeniz korkunç bir yer! Özellikle de akşamları veya gece olduğunda ağaçların eski dalları loş bir ışık sızdırıyor ve ihtiyar vişne ağaçları yüz yıl, iki yüz yıl önce şahit oldukları acıların ağırlığıyla çökmüş gibi görünüyorlar. Yine de tüm bunlar iki yüz yıl geride kaldı. Ancak şimdiye kadar hiçbir şey kazanabilmiş değiliz; -henüz geçmişin bile bizim için ne anlam ifade ettiğini tam olarak bilemiyoruz- yalnız felsefe yapıyoruz, sıkıcı olduğumuzdan şikâyet ediyor ve votka içiyoruz. Günü yaşamak için geçmişin kefaretini ödemek gerekir; bunu da ancak acı çekerek, yorucu ve durmak bilmeyen bir emekle yapabiliriz. Bunu anlamalısınız, Anya! 

   ANYA: Yaşadığımız ev uzun bir zamandır bizim değil artık… Ben de gideceğim. Size söz veriyorum.

   TROFİMOV: Eğer çiftliğin anahtarlarına sahipseniz onları bir kuyuya atın ve çekip gidin! Rüzgâr gibi özgür olun! 

   ANYA: (Heyecanla) Ne güzel dediniz! 

   TROFİMOV: Bana inanın, Anya, inanın! Henüz otuz yaşında bile değilim, gencim, hâlâ bir öğrenciyim, ancak çok şey gördüm geçirdim! Kış kadar aç, hasta ve yorgunum. Bir dilenci kadar yoksulum ve başıma gelmeyen kalmadı; kader beni sürükleyip durdu. Ancak ruhum her zaman bana aittir; gün ve gecelerimin her anı dile getirilmez önsezilerle doludur. Mutluluğun yaklaştığını biliyorum, Anya, onu şimdiden görebiliyorum. 

   ANYA: (Düşünceli) Ay doğuyor. 

Çeviren: Ataol Behramoğlu
Vişne Bahçesi (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)

ali ayçil, sur kenti hikâyeleri

Sarraf Nizamettin Mervi, kaderin bütün cilvelerine tanık olmuş ve zamanın her bir kusurunu görmüş yetmiş yıllık ömrünü bir tek sözcükle özetlerdi: Şükür. Şükür ki, tabiatın ve yerel beylerin iktidar hırsının tam üç kere sallanıp sonra yeniden doğrulmayı bilen şu Sur Kentinin çarşısında, ekmeği ve hayatı arasındaki ibrişim bağı koparmadan bugünlere varmıştı. Bugünler, doğrulurken eklemlerinin sızladığı, güneşin ölü hücrelerine söz geçiremediği, ölümün aralık kapısı önündeki son dünya günleriydi. Dünyayla yarışmış, dünyayı yormuş ve dünya tarafından yeterince yorulmuştu artık. Vitrinine dizdiği çil çil altınlara bakarken, “Ben,” diye geçirdi içinden, “ben, şehrin üç büyük yıkımını üç güzel bayramla kutladım.”

Garip bir şekilde, Sur Kentini yerle bir eden o korkunç ölüm kalım günlerinin her biri, karısını hamileyken yakalamış ve karısı, şehir kendini onarmaya çalışırken birer kız çocuğu doğurmuştu. Bu yüzden ilk kızı tufanla, ikincisi kuşatmayla, sonuncusuysa vebayla yaşıttı. Mervi’ye öyle gelirdi ki, her üç kızının da yüz hatları, doğdukları mevsimin acı hatıralarıyla şekillenmişti. Ne zaman baksa, hayatında ilk kez rastladığı o doymak bilmez fırtınanın izlerini bulurdu büyük kızının gözlerinde. Onda, çoğu erkeğin egemen olamayacağı zapt edilemez bir damarın olduğunu düşünüyordu. Ortanca kızı, düşman beyler tarafından çevrilmiş ve sonu nereye varacağı bilinmeyen uzun kuşatma günlerinin eseriydi. Beklemekten bitkin düşmüş kadınların, aynalara bakıp kendi yüzlerine daldıkları ve her seferinde kendilerini yeniden tanıdıkları kuşatma akşamlarının izlerini hatırlatıyordu babasına. Sarraf Nizamettin, ikinci kızının ellerinin güzelliğine dikkat kesilmeyenlerin ve solmaya hazır ince tenine özenerek bakmayanların, onu hiçbir zaman mutlu edemeyecekleri inancına kapılmıştı zamanla. Küçük kızıysa, veba günlerinde annesinin karnına saklanmış bir lötüse benziyordu. Son cesetler toplanırken doğmuş, büyüdükçe, bakışlarında adını koyamadığı bir ıssızlık payda olmuştu. Ne büyük kızının hırçınlığı, ne öteki kardeşinin süslenme merakı vardı onda. Bakınca, baktığı en derin kuyuyu bile aydınlatacakmış gibi bakardı. Sarraf, içten içe en çok sevdiği son çocuğundaki sırrı hiçbir zaman çözemedi, onu en çok neyin mutlu edeceğini kestiremedi bir türlü.

Büyük kızının ergenliği, Mervi’nin bütün tutkularının körelmeye yüz tuttuğu, doğululara özgü bilgeliğin simasına yerleşmeye başladığı bir zamana denk düştü. Artık kapısının çalınma vakti geldiğini anlayan Sarraf Nizamettin, akrabalık kurmak isteyenler onun dilini yoklamadan, bir akşamüzeri üç kızını da dizinin dibine oturtarak onlara dedi ki: “Yakında bu kapı sizin için çalınmaya başlayacak ve annenizi bana getiren neden, sizi de benden alıp götürecek sonunda. Sizin kumaşlarınıza terzi bulmak artık sizin çağınızın çok uzağında yaşayan bana düşmez. Yazgınızın bundan sonraki günlerini siz seçin. Bütün yapacağım, elinize bir anahtar tutuşturmak; onunla girmeye en çok can atacağınız kapıyı aralayacağınızı umuyorum: Oturduğunuz perdenin arkasından bütün taliplilerinize şunu sorun: “Bana ne getirdin?” Bu soruda sizin düşleriniz ve gelenin düş gücü saklıdır…”

Büyük kız, babasının simasına tutkundu. Bilgelik tarafından yeni yeni perdahlanmaya başlamış sert çizgili bir yüzü vardı babasının. Bakışlarının aralığından, birazdan bir tufan koparacakmış hissi uyandıran şiddetli bir ışık sızardı her zaman. Korkutan, titreten, sigaya çeken, ardından da birdenbire yumuşayarak sarıp sarmalayan bu yüz çizgilerinde, içindeki hırçınlığı bastırıp uysallaştıracak güvenli bir sığınağın ipuçları saklıydı. Kendisi için konağın çift taraflı kapısı her aralandığında ve perdenin öte yüzüne bir ademoğlu her oturduğunda, verilen cevaplarda yalnızca bu sert ve yumuşak baba yüzünün izlerini aradı. Hiç de zor olmadı perdenin arkasından konuşanların sözlerini ayıklamak. Çünkü her sözcüğün bir tadı, bir tınısı, bir adresi vardı. Cümlelerinin içinde “ırmak” geçenlerin vefasız ve uzak, ona bahçeler vaat edenlerin yumuşak ve kadınsı, saraylar sunanların kaba ve cimri olduklarını fark etmekte gecikmedi. Olmadık vaatler işitti perdenin öte yüzüne oturmuş bu yabancılardan; kentlerden kentlere gitti, iklimlerden iklimlere taşındı, bir evden ötekine konuk oldu. Yine de söylenmiş onca cümle arasından bir tekine tutundu, bir tek cümlenin, gözünü arkada bırakmayacağına karar kıldı: “Size, adınızı kayalara yontacak elmas bir divit getirdim…”

Ortanca kızın tutkunluğu babasının mesleğine idi. Erkeklerin asla çözemediği, kadınla altın arasındaki büyülü ilişkiyi iyi bilirdi babası. Onun sarraf bakışlarından, kadınların tenine en güzel pırlantaları yakıştırmış ve sonradan her nasılsa uslanmış bir hovardanın heveskar ışıkları sızardı kimi zaman. Bütün bakışlarından çok bu bakışını severdi babasının; gençlik günlerinde onun bu bakışını severdi babasının; gençlik günlerinde onun bu bakışlarından nasiplenmiş kadınları kıskanmadan edemezdi. Ve derdi ki ortanca kız, “Yokluğun kurak düşürdüğü bir hayal, zenginliğin incelttiği teni nasıl saracak?” evin çift kanatlı kapısı kendisi için her çalındığında, perdenin arkasına her geçip oturduğunda, taliplilerinde, ruhundan çok bedenini okşayan bir sarrafın kibarlığını aradı. Cümlelerinin içinde “yağmur” geçenlerin hüzünlü ve çekilemez; “divit”ten bahsedenlerin mantıklı ve soğuk; emrine hizmetçiler sunanların zevksiz olduklarını anlamakta hiç de zorluk çekmedi. Perdenin öte yüzündeki her sesle beraber ayrı bir yolculuğa çıktı ortanca kız. Kristal avizelerinden sarkan ışıkların sulara düştüğü ırmak kenarlarındaki saraylarda oturdu; ormanlarla çevrelenmiş bir çiftlikte, sayısız evcil hayvana annelik etti, kendisi için yüklenmiş ipek kervanlarının dengini çözdü, her kentin meydanına bakan pencerelerden terli kalabalığı izledi. Alınıp götürüldüğü her bir durakta uzun uzun düşündü ama aradığı cevabı kırkıncı talipli kapıyı çalıncaya kadar bulamadı. Kırkıncı taliplinin söyledikleri, artık hevesi kaçmaya başlamış ortanca kızın içindeki ikircikliliği hemencek siliverdi: “Size, gerdanınızdaki bene arkadaş olsun diye, göz yaşlarımla yıkadığım bir firuze getirdim…”

Küçük kız babasının kalbine tutkundu. Onun, her bir mevsimde ayrı çarpan, ama her seferinde aynı kalmayı bilen bir kalbi olduğunu biliyordu. Bu yüzden anlayışlı ve bilgeydi; bu yüzden katının karşısında yumuşak, uzağın yanında yakın, yalnızın arkasında yandaş gibi dururdu. Bir hakikat kendini ona açmadan, o asla ön yargının patikalarında yürümeye kalkmazdı. Çift kanatlı kapı kendi için çalınmaya başladığında, küçük kız, hiçbir beklentisi olmadan oturdu perdenin gerisine. Bu haliyle, Simurg’a varmak için yollara düşen saf kuşlara benziyordu. Neyi aradığını, perdenin öte yüzünde bekleyenler söyleyecekti ona. Bu oturuş öyle uzun sürdü, öyle uzun sürdü ki, bütün kent onu konuşur oldu. Merak taliplileri, talipliler cümleleri çoğalttı. Her cümle onun için zaten parça parça var olan hakikat kristalinin bir dilimini parlatıyor, ancak bu parçaları bütünleştirecek tek bir cümleyi bulamıyordu bir türlü. Günler ve aylar geçti böylelikle. Böylelikle küçük kız; hayatın, ölümün, zamanın ve mevsimlerin hallerini öğrendi. Hiç gitmediği kentlerin sokaklarında gezdi; hiç gezmediği sokakların izbeliğini tanıdı. Sayısız kuşun, sayısız balığın, sayısız ırmağın ve dağın ismini öğrendi, adını şimdiye dek duymadığı çiçekleri kokladı. Şehvetin kıyısından aşağılara yuvarlanan erdemle yüzleşti, erdemin arkasına gizlenmiş şehvetin sabırsızlığını hissetti. Bazı sözcüklerin kalpten, bazılarınınsa yalnızca dilden çıktığını ayırt etmekte hiç güçlük çekmedi. Kendisine vaat edilenleri birbirine katıp eğirdi, aklının tezgahından geçirdi, süzdü, inceledi. Gözlerinin önüne serdiği o koca hayal tezgahında kendisini hangi rengin çağırdığına karar veremedi. İnsan çok, dünya büyük, hayat bir muammaydı.

Sarraf Nizamettin Mervi, bütün bir ömrü boyunca dilinden düşürmediği “şükür” kelimesini neredeyse unutmuştu artık. bekleyenler içerisinde en sabırsız olanı oydu. Sanki şimdiye kadar hiç yaşamamış, hiçbir şey görmemiş, hiçbir şey duymamıştı da, neyi bilecekse küçük kızının kalbini çözecek sözcükleri duyduğunda bilecekti. Güneşin, Sur Kentinin meydanındaki büyük caminin minarelerinin gölgelerini uzattığı bir yaz ikindisinde, daracık taş sokaklar boyunca hızla kulaktan kulağa  ulanan bir haber ulaştı çarşıya. Ulaştı ve Sarraf Nizamettin’in “şükür”e hasret dilini çözdü.

Zarifliği bir leylağın bükümlerini anımsatan küçük kızın kendini teslim ettiği bir cümle değil, yalnızca bir suskunluktu. Kimse onun, insanlardan kaçarak gecenin kuyularına inmiş bir adamın suskunluğunda ne bulduğunu anlayamadı.

Sur Kenti Hikâyeleri (Dergâh Yayınları)

rasim özdenören, panorama

Halen beş milyara yakın insanın yaşadığı yeryüzünde, başka hiçbir ek faaliyete gerek duyulmaksızın mevcut nüfusun on mislini besleyebilecek seviyede bir üretim yapıldığı halde, milyonlarca insanın açlıkla pençeleştiği söylenirse ortada bir bozukluğun var olduğunu ileri sürmek için zeki olmak şart değildir.

Üreticilerin, fiyatları düşürmemek için piyasaya mal arz etmekten kaçınıp stoklama yolunu tercih ettikleri bir dünyada, bir kısım insanların çıplak gezdiğini görünce, bu işin içinde bir bozukluk olduğunu söylemek için ekonomi tahsil etmeye gerek de yok.

Kaliforniya’nın portakal bahçelerinde portakal toplamaya çıkmış yüzbinlerce tarım işçisinin günde üç portakal karşılığında bütün gün çalışmaya mecbur bırakıldıkları için karınlarını duyuramadıkları, fakat bahçe sahiplerinin fiyatları düşürmemek için toplanan portakalları denize döktükleri bir dünyada, bir bozukluk olduğunu görebilmek için Kaliforniya’ya portakal toplamaya gitmiş olmamız da gerekmez.

Afrika’da, Hindistan’da, Güneydoğu Asya’da, Güney Amerika’da, açlıktan kemikleri çıkmış bebelerin resmini çektirmek için yarışa giren ve bu yarışta binlerce lirayı bir kalemde sarf edebilen gazete ve dergilerin bulunduğu bir dünyada, en aç insanın fotoğrafını çeken foto muhabiri altın madalya ile taltif edilirken, fotoğrafı çekilen aç bebenin sırtından para kazanabilen becerikli gazeteciler tebriklere boğulurken, aç insanların kendi halleriyle baş başa bırakılmasında bir bozukluk olsa gerek.

Yoksul çocukları esirgeyip korumak adına düzenlenen balolarda, göbekleri yeterince şişmiş adamların sabahlara kadar vur patlasın çal oynasın vakit geçirirlerken, bu çocukların okuma kitaplarını nasıl satın alabileceğinin hesabının yapıldığı bir dünyada bir bozukluk var demektir.

Aç kalma tehlikesiyle nüfus planlaması yapmak için teşkil edilen ekiplere binlerce liralık harcırahlar tahsis edilip bir o kadar hastane ve doktor masrafına katlanılırken, doğmamış çocukların rızıkları yüzünden uykuların kaçtığı dünyada bir bozukluk olsa gerek.

Doğmuş çocuğu beslemek için sarf edilecek paranın ana rahmindeki çocuğun doğmaması için sarf edildiği bir dünyada bir bozukluk, bir terslik var demektir.

Daha en az kırk milyar insanın rahatlıkla barınabileceğinin hesaplandığı bir dünyada, kırk katlı binaların yapılmasına rağmen insanların mesken sıkıntısından şikâyetçi olmaları önlenemiyorsa, burada da akla aykırı bir düzenin işlediğinde şüpheye düşmemeli.

Okullarında çocuklarına cinsel eğitimin verildiği ülkelerde ve en çok bu ülkelerde, akla gelmez sapıklıkların yaygın biçimde yerleşmiş olması vakıası ile ırza tecavüz olaylarının, alkolizmin, klinik akıl ve ruh hastalıklarının yoğunlaştığının görüldüğü bir dünyada, bu işlerin düzenlenmesinde de bir bozukluğun olduğunu kabul etmek gerekecektir.

İletişim araçlarının geçmişin hiç bir döneminde görülmediği biçimde çoğaldığı ve günlük hayatımızı doğrudan etkilediği bir dünyada, insanların fertler olarak iletişimsizlikten bu kadar yakındığı bir tablo ile karşılaşılıyorsa, bu işte de bir bozukluğun olduğunu teslim etmek zorundayız demektir.

Kısaca söylersek, bugün problem alanı olarak önümüze getirilen konuların tümüne düzmece problemler diye bakılmalıdır. İnsanlar her neyi put olarak görmüşlerse o putlar karşılarına problem olarak çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, günümüz dünyasında asıl problemin, problem diye uğraşılan konular olmadığını, fakat asıl problemin kafa yapısından doğduğunu söylemek gerekecektir.

Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler (İz Yayınları)

ismet özel, karpuz katili

Bir zamanlar kendi ülkesinin yolunu şaşıran birisi, bilmediği bir ülkeye, Budalalar Ülkesi’ne girmiş. Görmüş ki bir tarlanın kenarında endişeli, korku içinde bekleşen adamlar vardır. Köylülere niçin bekleştiklerini, neden korktuklarını sorunca şu cevabı almış: “Ekip biçmek istiyoruz, fakat tarlada bir canavar var. Ondan korkup tarlamıza giremiyor, buğdayları biçemiyoruz.” Yabancı tarlaya bir göz atınca görmüş ki köylülerin korktuğu “canavar” irice bir karpuzdur ve tarlanın içinde haşmetle yatmaktadır. “Ben bu canavardan korkmam”, demiş köylülere, “isterseniz onu size öldürüvereyim”. Adam tarlaya girmiş, kuşağından çıkardığı bıçağıyla önce karpuzdan bir dilim kesmiş ve yemeğe başlamış. Bu manzara, halkı dehşete düşürmüş derhal. Budalalar Ülkesi sakinleri karpuzdan değil, canavarı kesip yiyen yabancıdan korkmuşlar bu sefer. Demişler ki, bu adam ene gözü dönmüş biridir ki canavarı öldürdüğü yetmiyormuş gibi onu yiyebiliyor. Hemen harekete geçmişler ve tırmıkları, orakları, yabalarıyla yabancıyı kovalamışlar, ülkelerinden atmışlar.

Bir süre sonra yolunu kaybeden bir başka yabancı gelmiş Budalalar Ülkesi’ne. Yine aynı durum doğmuş. Tarlada bir canavar varmış ve köylüler korkularından ekinlerini biçememekteymişler. Bu ikinci yabancı ülke halkına yardım etmeye kalkışmamış. Bakmış ki bu insanlar karpuzu tehlikeli görüyor, ondan korkuyorlar; köylülerin korkusunu paylaşmış. Yaklaşmamış canavar karpuzun yanına yöresine. Budalalar Ülkesi halkı bu yabancının kendileri gibi bir insan olduğunu anlamışlar. Güvenmişler ona. Aralarına almışlar, uzun yıllar birlikte yaşamışlar bu yabancıyla. Tarlada yatanın bir canavar değil de bir karpuz olduğunu bilen yabancı, uzun yıllar boyunca köylülere canavardan korkmanın gereksizliğini adım adım anlatmış. Sonunda başarılı da olmuş. Budalalar Ülkesi halkı karpuz korkusunu yenmekle kalmamışlar, karpuz yetiştirmeye başlamışlar en nihayet.

Bu kıssadan kısa yollu bir hisse çıkarmak niyetinde değilim. Çünkü bence her iki yabancının tavrı da yanlıştır. Biri diğeri aleyhine tercih edilemez.

Budalalar Ülkesi’nin giren ilk yabancının yanlışı kendini bir tek gerçekten haberdar olmakla çevresindeki insanlardan üstün saymasındadır. Karpuzun canavar olmadığını bilmektedir, ama budalaların da insan olduğundan, kendi yanlışının nerede olduğundan haberdar değildir. Üstelik karpuzu kesip yemekle nobranlık yapmış, basit bir farkı kendi lehine kullanma kurnazlığı gösterme yoluna gitmişti. Eğer köylüler ondan korkup kovmayacak olsalardı, bu maharetiyle onlar arasında seçkin bir yer tutma girişiminde bulunabilirdi. Karpuzun yerine geçen bir canavar olmaya namzet idi.

İkinci yabancının yanlışı ise halkın güvenini kazanmak adına onlarla bir hatayı paylaşmış olmasındadır. Gerçi hikâyemizde Budalalar Ülkesi ahalisi sonunda karpuz korkusunu yenmişler ve karpuz ekmeyi başarmışlardır ama bu sonuç hiç de istihsal edilemeyebilirdi. Benim anlayışıma göre edilemez de. Çünkü gerçeğin üzerini örtmeyi kabul eden, sonradan bu örtüyü kaldıracak gücü kendinde bulamayacaktır. Samimiyetsizliğe, strateji ve taktik uğuruna yalana rıza gösteren, değil yalnızca rıza göstermek bu yalanı ika eden kişi sonradan gerçeği ifade etmek hak ve imtiyazını elinde bulunduramayacaktır. Gerçek ve hakikat insanların kalbine sinsice yerleştirilemez. Zor altında kalmadıkça gerçeği bilen kişi gerçek yerine yalanı dile getirmemelidir. Eğer bunu yapıyorsa yarın bize gerçeği söyleyeceğinin, söylediğinin teminatı ne olacaktır ki?

İnsanların yüzlerine budalalıklarını vururcasına hakikati ifade etmenin tehlikesi şüphesiz ki vardır. Ama bu davranışı gurura kapıldığı için değil de tek çaresi bu kaldığı için gösteren kişi mazurdur. Çünkü kendine karşı dürüst kalmaktan daha değerli bir vasıf bilmiyorum ben. Bu tavrın zıddı ise şartlar gerektiriyor diye gerçeği reddetmek biçiminde karşımıza çıkar. Hâlbuki şartlar hiçbir zaman gerçeği söyleyecek kıvamda olmayabilir. Bu yüzden mutlaka gerçekle yalan, hakikatle vehim arasındaki sınırı belirgin kılacak tavır kendini ortaya koymalıdır. Bu yapılamıyorsa yalana iştirakten mutlak olarak imtina etmek gerekir.

Zor Zamanda Konuşmak (Çıdam Yayınları)

john steinbeck, fareler ve insanlar

Bir canlı olarak hayatımızı idame etmemiz için nelere ihtiyaç duyarız?
– Yemek,
– Su,
– Uyku,
– Nefes alma…

Çok mu sıradan oldu bu? O zaman şöyle soralım ve cevaplayalım: Yaratılış itibariyle tüm yaratılanlardan üstün özelliklere sahip bir yaratılmışın, yani insanın, yani bizlerin hayatımızı daha katlanılası kılmak için neye ihtiyacımız var?

Hayallere, hayallere ve bir daha hayallere.

Farz edin ki, Doğa Ana’nın bütün güzelliklerini bir araya getirdiği muazzam bir güne gözlerinizi açıyorsunuz. Açıyorsunuz evet ama, yataktan kalkmanızı gerektirecek herhangi bir hedef, ileriye dönük hiçbir planınız yok. Ya da sırtınıza çantanızı almış okula gidiyorsunuz. Gidiyorsunuz evet ama, neden gidiyorsunuz? Gelecek marketten alacaklar listeniz boş. Evet, bunları bir hayal edin bakalım. ‘’Hayal edin’’ mi dedim!?

George ve Lennie… Onlar, küçük bir toprak parçası sahibi olma hayaliyle yollara düşen, kendi kilolarındaki arpa çuvallarını sırtlanan, kötü bir aşçının yaptığı kötü yemeklere maruz kalan yani işçi sınıfının sahip olduğu negatif özelliğe sahip zıt karakterdeki iki mevsimlik tarım işçisi.

“Bizim de hayvanlarımız, tarlalarımız olacak.”
“Kaçığın tekisin sen. Yollara düşüp çiftliklerin kapısını çalıp iş arayan yüzlerce adam gördüm ben. Hepsinin sırtında battaniyesi kafasında da aynı kahrolası hayal vardır. Yüzlercesini gördüm ben onların. Gelir, çalışır, giderler ve işte her birinin aklında küçücük bir arazi hayali vardır. Ama içlerinden biri bile alamaz o küçücük araziyi. Cennete gitmek gibi birşeydir arazi alma hayali de. Herkes küçük bir toprak ister. Ben bir sürü kitap okudum burada. Cennete giden olmamıştır, arazi alan da. Bu kafalarında gezip duran bir hayaldir sadece. Bütün gün onu anlatıp dururlar ama bir türlü gerçekleştiremezler.”

Bu hayali gerçekleştirebildiklerinde Lennie o çok sevdiği yumuşak şeylere dokunarak onları okşayıp sevmeyi doya doya yapacak, George da sevmediği ağır işleri yapmak, hoşlanmadığı insanlarla aynı havayı solumak zorunda kalmayacak.

Son derece akıcı olan ve betimlemeleriyle sanki anlattığı yerdeymişsiniz hissi veren Nobel Ödüllü yazar John Steinbeck’in bu kitabında, kara bulutlarla kaplı dünyada toz pembe hayalleri olan iki insanın serüvenine tanık olacaksınız.

Sonu böyle mi bitmeliydi, ben nasıl tasarlamıştım kafamda bilmiyorum ama, kitap bittiğinde kağıttan bir gemiye atlayıp okyanusta boğulmak istedim.

Çeviren: Ayşe Ece
Fareler ve İnsanlar (Sel Yayıncılık)